1923 ile 1936 arasında Türkiye’de olup biten şeylerin eşini, dünya tarihi asla, kaydetmemiştir.
Türk inkılâbı, Fransız ihtilâlini, faşist ihtilâlini, hatta Bolşevik ihtilâlini bile geride bırakmıştır. Çünkü, siyasî müesseseleri, içtimaî münasebetleri, dinî taassubu, iktısadî hayatı değiştirmekle kalmıyan, bizzat âdetlere, cemiyetin manevî ve ahlâkî esaslarına varıncıya kadar herşeyi değiştiren tek ihtilâl, yalnız Türk inkılâbıdır.
Türk inkılâbı, bir medeniyetten başka bir medeniyete geçiştir.
Bu inkılâbda, her şey bizzat ve yalnız Mustafa Kemal’in eseridir.
M. Paul Gentizon
02 Şubat 1937 Salı
Cumhuriyet, sf.1 ve sf.5
Abidin Daver
Yeni Türkiye’nin Büyük Mübdii ve inkılâbları – 1
« Atatürk yalnız memleket ölçüsile değil, dünya, medeniyet ve tarih ölçüsile Büyük Adam’dır »
(Resim) Ulu Önder, Başbuğu olduğu ordunun ve gencliğin geçid resmini derin bir itmînan içinde temaşa ediyorlar
Garb, umumiyetle, Türkiye’yi tanımaz. Bunun böyle olmasında iki tarafın da kusuru vardır. Kendimizi tanıtmak için kuvvetli bir propaganda teşkilâtımız olmadığı için kusur evvelâ bizdedir. Sonra, garb da, Türkiye’yi öğrenmek için ciddî bir gayret sarfetmez. Bilhassa, Fransa, memleketimiz hakkında en az bilgisi olan memlekettir. Halbuki Türkiye’de en çok bilinen dil Fransızca’dır ve Türkler, ecnebi memleketler ve milletler arasında, en iyi Fransa’yı tanırlar. Garb’ın ve Fransa’nın memleketimiz hakkındaki bu bilgisizliğinin bazan öyle tezahürleri olur ki cehlin bu derecesine hayret ve teessüf etmemek kabil değildir. Meselâ, geçenlerde, Hatay meselesi münasebetile, bir Fransız gazetesi en son resimlerinden biri kaydile Atatürk’ün bir fotoğrafını koymuştu. Halbuki bu resim, en az 15 senelikti. Çünkü, Atatürk’ün İstiklâl Harbi sıralarında 1922 veya 1923’te alınmış kalpaklı bir resmiydi. Fakat, Atatürk hakkındaki bu bilgisizlik, yalnız 15 senelik bir resmini en yeni fotoğrafı diye koymaktan ibaret değildir. Cumhurreisimiz, yalnız, Türk’ün En Büyük Şefi değil; bugünkü medeniyet âleminin en büyük şahsiyetlerinden biri, tarihin kaydettiği ve edeceği ender Büyük Adamlardan biridir.
Atatürk’ün garbda, büyük bir şöhreti vardır. Halk arasında, onun ismini bilmiyen yoktur, diyebiliriz; fakat Büyük Türk’ü ve onun yarattığı Büyük Eseri, bihakkin ve ruhuna nüfuz ederek bilenler nekadar azdır. Halbuki garbın bütün tarih, siyaset, içtimaiyat, askerlik ve gazetecilkile meşgul simaları Büyük Adam’ı ve Büyük Eserini iyice bilmekle mükelleftirler. Çünkü Atatürk, yalnız Türkiye’de değil; bütün şarkta yeni bir âlem yaratan bir dehadır. O, sade, bir harb kazanmış muzaffer bir kumandan ve bir millet kurtarmış yüksek bir devlet adamı olmakla kalmamış, bir devri kapıyarak yeni bir devir yaratan ender bir inkılâbcı olmuştur.
Atatürk, yalnız memleket ölçüsile değil; dünya, medeniyet ve tarih ölçüsile Büyük Adam’dır.
Bu itibarladır ki bütün medeniyet âleminin o’nun şahsiyetini ve eserini tanıması lâzımdır. Garb da bu lüzumu anlamış, Atatürk’ü ve Eserini tetkik ve tetebbü ederek her memlekette ciddî eserler ve yazılar yazılmağa başlamıştır.
Türk’ün Büyük Başbuğunu ve Onun yaptığı büyük inkılâbı iyice kavrıyanlardan biri de, Fransızca Le Temps gazetesinin bir müddet İstanbul muhabirliğini ifa eden ve şimdi de ayni gazetenin Roma muhabiri olan M. Paul Gentizon’dur.
Memleketimizde iken, Türkiye’ye karşı daima dost davranmış, dürüst bir muharrir olan Paul Gentizon, son zamanlarda bir Fransız mecmuasında, Atatürk ve Eseri için, çok güzel bir yazı yazmış. Büyük Adamı ve Onun büyük inkılâbını çok kuvvetle tahlil etmiştir. Bu yazının bazı kısımlarını beraberce okuyalım:
« Türkiye, bu son senelerde, tarihinin en hayrete değer devrini yaşamıştır. Bütün dünya, onu, inhitat halinde ve can çekişir sanarken Türkiye, birdenbire, hemen hemen fevkalbeşer bir gayretle ayağa kalktı ve yürümeğe başladı. Bu hâdise, o kadar beğenilmiyordu ki, gelecek nesillerin dikkatini celbetmekten asla hâli kalmıyacaktır; çünkü bu hâdise, Türk’ü değişmek ve hamle yapmak kabiliyetlerinden mahrum addeden bütün görüşleri tamamen altüst etmiştir.
Memlekette vukua gelen değişiklikler, basit şekil ve zavahir tebeddülleri değildi. Yıkılan şey, yalnız saltanat ve hilâfet değildir; bütün eski şark kâmilen yıkılmıştır. Asırlardanberi, teokratik efsanelerden, vahyedilmiş mecellelerden, eski an’anelere dayanan âdat ve ahlâktan, akla mugayir kanunlardan, göreneğe tâbi metruk usullerden yapılmış, değişmez, bir kalıp içinde mahpus bir halde, medenî milletlerden uzak yaşıyan bu Turanî millet, hayatın, şuurun, akıl ve mantığın davetine icabet ederek birdenbire anî bir hamle ile kurtuldu.
Fakat en şaşılacak şey, Türkiye’nin yeniden hayat bulması, tek bir Adamın Eseri olmasıdır.
Carlayle (Karlâyl) der ki: ‘Tarih, büyük adamların tercümeihalinden ibarettir.’ Bu, vecize, hiçbir zaman, Cihan Harbi sonundan itibaren, Türkiye’de olup biten hâdiselerde olduğu kadar, vakayie mutabakat göstermemiştir. Modern Türkiye’nin tarihi, tamamile Mustafa Kamâl’in tercümeihalinden ibarettir.
Memleketini, temellerine varıncıya kadar yenileştiren bu Allah’ın gönderdiği Adamın şahsiyetini anlamak için, Onun menşeini bilmek lâzımdır. »
M. Paul Gentizon, aşağıdaki küçük mukaddemeden sonra, doğduğu günden itibaren Atatürk’ün hayatını hulâsaten anlatıyor:
« 1880’de Selanik’te doğmuştur. Babası, kereste ticaretile meşgul mütekaid bir memurdu. Hayatın daha eşiğinde iken, seciyesini mükemmelleştiren bin müşkülâtla çarpıştı. Onu saran muhit tamamile Makedonyalı idi. Ona, daha genc yaşında iken siyasetle, halk işlerile meşgul olmak zevkini ve ayni zamanda memleketini derin ve cezrî bir surette yenileştirmek arzusunu veren, şüphesiz, Makedonya’nın tesiri olmuştur. »
Muharrir, Atatürk’ün Büyük Harb sonuna kadarki hayatını anlattıktan sonra şöyle yazıyor:
« Mondros mütarekesini takib eden devrede, Enver, Talât gibi mes’ul şefler kaçtıkları zaman, Mustafa Kemal, İstanbul’da, memleketine yeni bir ideal ve ayni zamanda ona hür ve müstakil bir devlet varlığı verecek olan teşebbüsünü düşünüyor ve kuruyordu. Harbiye Nazırı tarafından 3 üncü ordu müfettişi olarak Anadolu’ya gönderilerek 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı ve birdenbire vatanının taksimini tasavvur eden İtilâf devletlerine ve bilhassa Anadolu’yu ele geçirmeği düşünen Yunanlılara karşı mukavemete karar verdi.
Bu esnada, Türkiye, müthiş bir facia geçiriyordu. Vaktile kurduğu Osmanlı saltanatı yıkılmıştı. Türk milleti, hemen hemen inkıtasız devam etmiş olan on iki harb senesinde pek çok can kaybetmiş, kansız kalmıştı. Fazla olarak, Cihadı Mukaddes’in suya düşmesile müslüman tesanüdünün dinî idealleri mahvolmuştu. Hindliler, Faslılar, Cezayirliler, hep Peygamberin evlâdları olmalarına rağmen, Çanakkale’de, Mısır’da, Suriye’de Türk milletinin düşmanlarile yanyana Türklere karşı dövüşmüşlerdi. Mekke Arabları, müslümanların halifesine kargı İngiltere ile uyuşmuşlardı. Binaenaleyh islâm tesanüdünün yokluğu, Türk milletini ruhuna kadar sarsmıştı. Onun için, Mütareke olup da Müttefikler İstanbul’u, Yunanlılar Anadolu’yu işgal edince, Türk milleti kendini yapyalnız, mütezelzil ve uçuruma yuvarlanmağa mahkûm bir halde gördü. Ve kendi başına, birdenbire, sevki tabiile isyan etti. Fakat, mukavemeti, önce dağınık ve idaresizdi. Bir baş eksikti.
Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığı zaman, vatandaşlarının ümidsizliğini ve ayni zamanda derin emellerini anlamıştı. Derakab, tavır ve hareketile, sözlerile kendini, milletin istiklâlinin hakikî timsali, ölmek istemiyen Türkiye’nin canlı bayrağı olarak kabul ettirdi. Bununla beraber Mustafa Kemal anadan doğma bir realistti. Büyük sözlerle kendi kendini asla avutmadı. O zamanki programında müsavat, kardeşlik, adalet yazılı değildi; Clemanceau gibi, yalnız harbetti. Yunanlılar, Anadolu’ya hergün biraz daha nüfuz ederken o, millî enerjileri akıttı, topladı, teşkilâtlandırdı. Üstad bir siyaset adamı olarak her yardımı kabul etti. Sovyet Rusya, kendisine silâh; islâm âlemi altın verdi. Böyle olmakla beraber, ne bolşevik nazariyelerinden, ne de müslüman mistiğinden ilham almadı. Mustafa Kemal, yalnız vatanperverdi; mücadele ediyorsa, yalnız yurdunun istiklâli için çarpışıyordu.
Mustafa Kemal üç yıl, müstevliye karşı mücadele etti. »
M. Paul Gentizon, bundan sonra, İstiklâl Harbi’ni ve Büyük Zaferi hulâsa ediyor:
« Biraz sonra, Türk atları yelelerini Ege denizinin dalgalarında yıkadılar. Bu, milliyetperver Türkiye’nin su götürmez, parlak kat’î ve nihai zaferiydi.
Birkaç gün sonra, Mudanya’da İngiltere ve Fransa’nın da iştirak ettikleri mütareke imzalandı.
İkinciteşrin 1922 sabahı, millî hareketi kabul ve tasdikten daima imtina etmiş olan Altıncı Sultan Mehmed, Abdülhamid’in kardeşi, İngiliz donanmasının en büyük zırhlılarından biri olan Malaya’ya binerek kaçtı. Bu, dünya tarihinde, misli görülmemiş bir hâdise idi. 300 milyon müslümanın Halifesi, hıristiyan bir devletten yardım ve meded dilemişti. Peygamberin vekili ve mümessili, gâvurların (muharrir aynen gâvur kelimesini kullanıyor) emri altını girmişti.
İslâm tarihinin büyük bir devri nihayet bulmuştu. »
M. Paul Gentizon’un yazısının ikinci ve Türk inkılâbını ve Atatürk’ün bu inkılâbı nasıl yaptığını anlatan kısmını da yarın yazacağız.
ABİDİN DAVER
02/02/1937
03 Şubat 1937 Çarşamba
Cumhuriyet, sf.1 ve sf.8
Abidin Daver
Yeni Türkiye’nin Büyük Mübdii ve inkılâbları – 2
Türk inkılâbı, bütün inkılâbları geride bırakmıştır, bu inkılâbda, herşey, yalnız Mustafa Kemal’in eseridir
(Resim) Büyük Şef mesai arkadaşlarile birlikte…
Dün, bu sütunlarda Büyük Atatürk’ün büyük eserini pek iyi kavramış ve Ulu Önder’in şahsı gibi yaptığı inkılâba da hayran olmuş bulunan Fransız muharrirlerinden M. Paul Gentizon’un yaptığı bir etüdün ilk kısmını iktibas etmiştik. Fransız gazetecisi, “Peygamberin vekil ve mümessili olan Sultan ve Halife Altıncı Mehmed’in İngiltere’ye ilticasını yazarak, bu emsalsiz hâdise ile islâm tarihinin büyük bir devri nihayet bulmuştu” dedikten sonra, tetkikinin Türk inkılâbı kısmına şöylece devam etmektedir:
« Bu andan itibaren, fazla aksülâmellere meydan vermek istemiyen Mustafa Kemal, yapacağı teceddüd ve ıslahatı, tedricî surette tatbika başladı. Başka türlü hareket etseydi, en iyi dostlarından bir haylisi belki de bu yolda kendisini takib etmezlerdi. Esasen, bir noktaya işaret ve dikkat etmek lâzımdır ki garbda, ihtilâlleri halk yaptığı halde, şarkta, tamamile bunun aksine olarak ihtilâlleri, daima bir şef, bir tek şef tasavvur ve tatbik eder. Muhamed, Büyük Petro, Mustafa Kemal, Şehinşah Pehlevi, bu bakımdan ayni soydandırlar. İçtimaî nizamda ve siyasetteki değişiklikleri yalnızbaşlarına onlar, kendileri yapmışlar ve halk kütlelerine kabul ettirmişlerdir.
Herhalde ortada muhakkak ve kat’î bir vakıa vardır ki, o da, Türk ihtilâl ve inkılâbının, tamamile Mustafa Kemal’in şahsında mündemic olduğudur.
Atatürk, Osmanlı saltanatı ve hanedanile hilâfeti kaldırdıktan sonra, cumhuriyeti ilân etti. Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi, kendisini Devlet Reisliğine seçti. O zaman, sultanın himaye ve sahabeti altında umumî bir müslüman tesanüdü demek olan Sultan Hamid’in ‘İslâm vahdeti’ gayesi yerine ve İttihad ve Terakki’nin hakikî bir Osmanlı vatanı kurmaktan ibaret bulunan ‘Osmanlılık’ ideali yerine, halis Türk nasyonalizmini, ilk defa olarak ileri sürdü.
O, memleketinin bir birliğe, bir vahdete istinad eden bir millet olmasını istiyordu. Bu, ırkî bir birlik olmasa bile hiç olmazsa siyasî, coğrafî, kültürel ve manevî bir birlik olacaktı. Atatürk, memlekete işte böyle bir yeni ideal, böyle bir yeni disiplin verdi. Ve ona, modern milliyetperverlik fikrini kabul ettirdi.
Mustafa Kemal, bundan sonra serpuş ve kıyafet teceddüdünü yaptı. 1 Eylül 1925’te, Kastamonu’da, an’anelere ve batıl itikadlara meydan okuyarak yurddaşlarının karşısına, başında şapka ile çıktı, bir nutuk irad ederek, fes, kalpak, sarık ve şalvarın, bütün Asyai kıyafetlerin kalktığını ilân etti.
Şapka giymek, ehemmiyetsiz teferruattan gibi, görünür. Halbuki bu yenilik, Mustafa Kemal tarafından tahakkuk ettirilen teceddüd ve inkılâbların netice itibarile en mühimlerinden biridir. Kendisi, bu yeni serpuşu giyinciye kadar, şark, birbirine düşman iki cepheye ayrılmıştı: Birisi, müminleri, müslümanları, öteki ise dinsizleri, hıristiyanları ihtiva eden bu iki cephe birbirinden serpuşlarile ayrılıyorlardı. Şapka inkılâbından sonra, bir müslüman Türk’le hıristiyan arasında, görünüşte, fark kalmadı. Bu haricî benzeyişin ehemmiyeti hesab edilemiyecek kadar büyüktür. Çünkü şapka ile müslüman camiasına fikir hürriyeti girdi.
Mustafa Kemal, ayni zamanda kadınların peçesine karşı da harb ilân etti. Türk feminizm davasının azimkâr şampiyonu ve müdafii olarak ortaya atıldı ve müslümanlığın kadınları erkeklerden ayıran manialarını devirdi. Yeni bir inkılâb mevzuu bahsolduğu zaman, daima kendi şahsını ve kendi benliğini öne süren Atatürk, 1925’te ilk Türk balosuna riyaset etti. Zahiren, bir hiçten ibaret gibi görünen bu küçük hâdise ile asırlardanberi kadınla erkeğin serbestçe beraber bulunmalarını meneden dinî kanunları açıkça feshetmiş oldu.
Bundan sonra, Türkiye’nin içtimaî inkılâbında diğer bir seri ve cezrî bir hareket daha, tesirini gösterdi. Şefinin emir ve işareti üzerine Ankara hükûmeti, yeni zamanların ruhuna uymıyan bütün müslüman tekkelerini ve tarikatlerini ilga etti. Böylece, uzun zamandanberi zaten memleketin dinî hayatına iştirak etmiyen mevleviler ve diğer bütün dervişler ortadan kalktı.
Türkiye istiklâlinin kahramanı, güzel san’atlar sahasında da, meş’um an’aneleri yıkarak memleketini, heykel yapmaktan meneden batıl düşüncelerden kurtardı. Çok geçmeden İstanbul’da ve Ankara’da, güzelliğe doğru yapılmak istenilen serbest ve velûd her hamleye mâni olan bir hale karşı, canlı bir şikâyet gibi, heykeller ve abideler yükseldi.
Hulâsa, her sahada, kendisine Kemâlist Türkiye garbı örnek olarak aldı… »
M. Paul Gentizon, garb takvimini, garb saatini, garb harflerini, mecburî hafta tatilini, şer’î ahkâmın yerine garb kanunlarının konuluşunu, Avrupa’nın fennî ve aklî esaslara istinad eden modern kanunlarının kabulünü, dünyanın en yeni medenî kanunu olan İsviçre kanunu medenisini alışımızı ‘ilk defa olarak bir müslüman milletin şahsî ve ailevî işler için dinî esaslardan uzak ayrı kanunlar kabul ettiğini’ İsviçre kanunu medenisile haremin, taaddüdü zevcatın kalktığını, devletin tebaası arasında, din esası üzerine kurulmuş bütün farkların ilga edildiğini, Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik bir devlet olduğunu, Rum, Ermeni, Yahudi gibi bütün ekalliyetlere kanun nazarında Türklerle müsavi haklar verildiğini birer birer anlatıyor.
Muharrir, Cumhuriyet Türkiye’sinde, Avrupa kanunlarına benzer yeni ceza, ticaret kanunları kabul edildiğini, Atatürk’ün emir ve işaretile memleketin teknik sahada da birkaç sene içinde büyük terakkiler elde ettiğini, şimendiferlerimizi kendimiz yaptığımızı, şeker, kibrit, tayyare ve saire fabrikaları açtığımızı, ilk defa olarak öz bir Türk sanayii ve ticareti kurarak millî vicdanın karşısına çıkardığımızı, halk kütlelerinin iş, kültür, san’at bakmından terbiye ve tedrisine ehemmiyet verdiğimizi, sanayi mektebleri açtığımızı, istihsalin inkişafı için bir yüksek iktısad meclisi kurduğumuzu, yüksek münevver tabakanın garbın en yüksek dimağlarının ilmî ve fennî eserlerini Türkçe’ye tercüme ettiklerini, Avrupakâri bir ekonomik strüctür vücude getirdiğimizi, ilk defa olarak Mehmedlerin, Alilerin motörle, makine ile, elektrik tesisatile meşgul olduklarını birer birer kuvvetli bir üslübla kaydettikten sonra diyor ki:
« 1923 ile 1936 arasında Türkiye’de olup biten şeylerin eşini, dünya tarihi asla, kaydetmemiştir.
Türk inkılâbı, Fransız ihtilâlini, faşist ihtilâlini, hatta bolşevik ihtilâlini bile geride bırakmıştır. Çünkü, siyasî müesseseleri, içtimaî münasebetleri, dinî taassubu, iktısadî hayatı değiştirmekle kalmıyan, bizzat âdetlere, cemiyetin manevî ve ahlâkî esaslarına varıncıya kadar herşeyi değiştiren tek ihtilâl, yalnız Türk inkılâbıdır.
Türk inkılâbı, bir medeniyetten başka bir medeniyete geçiştir.
Bu inkılâbda, her şey bizzat ve yalnız Muatafa Kemal’in eseridir.
Her sahada ve ekseriya en buhranlı vaziyetlerde, daima, takib edilecek yolu çizen, tatbik edilecek usulü kararlaştıran ve tatbikatı idare eden hep o’dur. Memlekete ve millete, bütün bu işleri yapmak için emir ve işaret veren yalnız o’dur.
Mustafa Kemal, muharebe meydanlarında nasıl idise, devletin başında da öyle olmak istemiş, tam bir faaliyet adamı, insanları sevk ve idare eden bir önder olmuştur.
Onun nutuklarında, merasim dolu cümleler yoktur, fazla ve lüzumsuz sözler yoktur. Boş lâf tantanası, kuru fasahat yoktur. Lisanı sade ve samimidir, tekellüf ve tasannudan azadedir; sözlerini herkes anlar.
Onun bütün varlığını, bir tek düşünce sarmıştır: Medeniyet.
Mustafa Kemal’e göre, Türkiye, bilâkayd ve şart, hiç tereddüdsüz bütün dünyayı idare eden şeklile modern medeniyeti kabul etmelidir. Çünkü Türkiye, yaşadığı asırla beraber yürümeğe mecburdur. »
Muharrir, Atatürk’ün Türkiye’yi yenileştirmeğe teşebbüs ettiği zaman, memlekette islâm ve şark medeniyeti taraftarlarile lâik fikirlerle meşbu olarak garb kültürü istiyenler arasında çetin bir mücadele mevcud olduğunu, birincilerin Asya’ya, ikincilerin Avrupa’ya müteveccih olduklarını, hulâsa ayni milletin içinde birbirine tamamile zıd iki medeniyetin mücadele ettiğini söyledikten sonra, Mustafa Kemal’in Türkiye’sile Büyük Petro’nun Rusya’sı arasında, yalnız bu bakımdan bir müşabehet bulunduğunu, maamafih birbirinden o kadar ayrı iki devir arasında, asla tam bir mukayese yapmak istemediğini söyledikten sonra, diyor ki:
« Yeni Türkiye, Mustafa Kemal’in sayesinde ilk defa olarak kendisini sımsıkı bağlıyan ve hareketsiz bir hale sokan teokratik bağlardan kurtularak bir Avrupa devleti oldu. »
M. Paul Gentizon, sonra Faşizm, Bolşevizm, Hitlerizm ile Kemalizm arasında küçük bir mukayese yapıyor: Büyük Harb’den doğan siyasî ve içtimaî hareketleri ayni ruhta addetmek istiyenler olduğunu, fakat, bu dört ihtilâl arasında bazı benzeyişler bulunmakla beraber Kemalizmi Cihan Harbinden doğan diğer ihtilâllere benzetmenin yanlış olduğunu söyledikten sonra, yazısını şöyle bitiriyor:
« Her millet, ihtilâlini kendi tabiatine, kendi mizacına, kendi tarihine, kendi hedeflerine ve kendi zekâ ve istidadına göre yapar. İşte bundan dolayı Faşizm, monarşist ve dindar olduğu halde, Kemalizm ne öyledir, ne de böyle. Faşizm Papalığa doğru yaklaşmıştır. Kemalizm ise Hilâfetten ayrılmıştır. Gene böylece, Moskova’nın dinsizliğine mukabil, Ankara civanmerd tesamühü ile temayüz etmektedir. İtalya’da, Almanya’da, Rusya’da kurulmakta olan bina hakkında prensipler konulmuştur. Roma, Berlin ve Moskova’da herşey sıralanmış, tarif ve izah edilmiştir. Halbuki Türkiye’de vaziyet böyle değildir. Kemalizm, henüz bir doktrin olarak tezahür etmemiştir. Bugüne gelinciye kadar, Mustafa Kemal’in himmeti, herşeyden evvel, şahsî tecrübesinden ilham alan bir yapıcının faaliyeti olmuştur. O, fikirlerini tecrübe ve müşahedelerinden almıştır. Eseri bittikten sonra, ağlebi ihtimal, ondan diğer müslüman milletlere de tatbikı kabil, sarih, berrak ve kat’î neticeler ve hükümler çıkaracak; böylece Atatürk’ün meydana koyacağı prensipler üzerinde, yepyeni bir şark kurulabilecektir. »
Fransız muharririnin büyük Türk inkılâbı ve bu inkılâbın Büyük Yaratıcısı hakkındaki çok derin görüşlü ve güzel razısını hulâsa ve tercüme ederken büyük bir iftihar duyduk. Çünkü, tarihin hiçbir devrinde, hiçbir Türk büyüğü, garb âleninde, Atatürk gibi, bir intiba bırakmamıştır; hiçbir Türk hakkında, böyle yazılar yazılmamış, böyle hayranlıklar gösterilmemiştir.
Türk milletinin yetiştirdiği büyük insanların hemen hepsinin münhasıran cihangirliklerinden, kumandanlık kudretlerinden bahsedildiği halde, yalnız Ataürk’ün ismi, emsalsiz bir medeniyet şampiyonu olarak tarihe geçmektedir.
M. Paul Gentizon « Onun bütün varığını, bir tek düşünce sarmıştır: Medeiyet » sözile Ulu Önder’in, bugün, bütün bir milleti medeniyete ulaştıran, yarın da bütün şarkı ayni nimete kavuşturacak olan bir medeniyet kahramanı olduğunu ilân etmektedir. Büyük Şefimizin dehasını, Türk milletine ve medeniyete ettiği hizmetleri, biz Türkler, minnet ve şükranla idrak ediyor ve kendisile iftihar ediyoruz. Fakat bunları, garb münevverlerinin de bilip anlamaları, Atatürk’ten ve eserinden hayranlıkla bahsetmeleri, Türkiye’nin medenî âlemdeki nüfuz ve haysiyetinin, paye ve mevkiinin yükselmesi bakımından nekadar ehemmiyetlidir.
Bizim gibi birkaç devir yaşamış, Türkiye’den yalnız « hasta adam » diye istihfafla, hatta -ne elim devirlerdi onlar- istihkarla bahsedildiğini ıstırabla görmüş olanlar için, bugün Atatürk ve eseri hakkındaki M. Paul Gentizon’un yazıları gibi, neşriyatı okuyup da en büyük sevinc ve iftiharı duymamak kabil midir?
Büyük Şef, Türkiye’yi yalnız kurtarmakla kalmamış, ona medeniyet âleminde yüce ve şerefli bir mevki de kazandırmıştır. Varolsun!
ABİDİN DAVER
03/02/1937
+